Said Nursî Atatürk’e Tokat Atmış!

Said Nursî Atatürk’e Tokat Atmış!

Edip Yüksel
18 Ocak 2013
www.19.org

 Said Nursi ve Atatürk

Önce iddia edilen olayı Eşki Sözlük’te iki paragrafla özetleyen bir Nurcu’dan öğrenelim:

Said Nursî’nin Atatürk’ün yüzüne haykırdığı sözleri bir tokat niteliğindedir. Meclis koridorunda iki parmağını Atatürk’e uzatarak ”Paşa, paşa! Namaz kıl! Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduttur! ” Diye asrın fırçasını atmıştır. Bir bakıma ”Müslümansan müslüman gibi davran, değilsen de defol git! ” Dercesine yüze çarpılan tokattır.

Bunu o mecliste vekillik yapan bir isim şöyle aktarıyor : ”Said Nursî bu sözleri söylerken, Atatürk boncuk boncuk terlemişti. İtalyan ayakkabısıyla İran’dan getirttiği halının püskülleriyle oynuyordu. ” Daha sonra Atatürk Nursî’yi odasına almış ve 3 saat nasihat dinlemiştir. Atatürk yanına çekmeyi istediği Bediüzzaman’a ” hoca ben alkol ve kılık kıyafet serbestiyeti istiyorum ” dedikten sonra Said Nursî hiddetlenmiş ve Van’a geri dönmüştür. Hükümetin misyonunu çok tehlikeli bulan Said Nursi, 100 bine yakın talebesiyle ayaklanma çıkarmak yerine kitaplarıyla savaşmayı seçmiş ve gayet de başarmıştır. Yenmiştir bu zamanda Atatürk’ü.

Şimdi de Risalecilerin çıkardığı Yeni Asya gazetesinin 2 Ocak 2011 tarihli sayısında Divan-i Riyasetteki Tartışma başlığıyla yayımlana makaleye göz atalım. Önce üç anahtar kelimenin anlamını belleyiniz:

divan-ı riyaset: Reislik, başkanlık makamı.
merdut: Reddedilmiş. Kabul edilmemiş.
tarziye: Özür dileme.

Ankara’da, divan-ı riyasetinde Mustafa Kemal’le münakaşa zamanında, ona karşı dedim: “Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduttur.” Yüzüne şiddetli mukabele ettiğim halde bana karşı ihanet ve hakarete cesaret edemediği halde, burada küçük bir zabit ve bir çavuş, o ihaneti ve hakareti yaptılar. Maksatları beni hiddete getirip bir mesele çıkarmak olmasından, hıfz ve inayet-i İlâhiye bana sabır ve tahammül verdi.
Emirdağ Lâhikası, s. 168, Yeni Asya Neş.

***

Hem Ankara’da, divan-ı riyasetinde, pek çok meb’uslar varken Mustafa Kemal şiddetli bir hiddetle divan-ı riyasetine girip, bana karşı bağırarak: “Seni buraya çağırdık ki, bize yüksek fikir beyan edesin. Sen geldin, namaza dair şeyler yazıp içimize ihtilâf verdin.” Ben de onun hiddetine karşı dedim: “Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduddur.” Dehşetli bir put kırdım.

Hazır mebus dostlarım telâş ettikleri ve her halde beni ezeceklerini tahmin ettikleri sırada, bana karşı bir nev’î tarziye verip o mecliste hiddetini geri alması, adeta dehşetli bir kuvveti ve hakikati hissedip geri çekilmesi, ikinci gün hususî riyaset odasında, Hücumat-ı Sitte’nin Birinci Desise içinde bulunan “Meselâ, Ayasofya Camii ehl-i fazl ve kemalden, ilâ ahir…” cümlesinden başlayan, tâ İkinci Desiseye kadar, bir saat tamamen ona söyledim.

Bütün hissiyatını ve prensibini rencide ettiğim halde bana ilişmemesi, hatta taltifime çok çalışması, katiyen bu üç cebbar fevkalade kumandanların bu üç acip haletleri, adeta eski Said’den korkmaları, şüphesiz ki Risâle-i Nur’un, ileride kahraman şakirtlerin şahs-ı manevisinin harika bir kuvveti ve Risâle-i Nur’un parlak bir kerametidir.
Emirdağ Lâhikası, s. 214, Yeni Asya Neş.

***

Birgün divan-ı riyasette, elli-altmış mebus içinde, karşılıklı fikir teatisinde, M. Kemal Paşa, “Sizin gibi kahraman bir hoca bize lâzımdır. Sizi, yüksek fikirlerinizden istifade etmek için buraya çağırdık. Geldiniz, en evvel namaza dair şeyleri yazdınız, aramıza ihtilâf verdiniz” der.
Bu söz üzerine, Bediüzzaman, birkaç makul cevabı verdikten sonra, şiddetle ve hiddetle iki parmağını ileri uzatarak, “Paşa, Paşa! İslâmiyette, îmandan sonra en yüksek hakîkat namazdır. Namaz kılmayan haindir; hainin hükmü merduddur” der. Fakat Paşa tarziye verir, ilişemez.
Tarihçe-i Hayat, s. 128, Yeni Asya Neş.

***

Ankara’da divan-ı riyasette, Afyon kararnamesinin yazdığı gibi, Mustafa Kemal hiddetle ona dedi: “Biz seni buraya çağırdık ki, bize yüksek fikirler beyan edesin. Sen geldin, namaza dair şeyler yazdın, içimize ihtilâf verdin.” Ona karşı, “İmandan sonra en yüksek namazdır. Namaz kılmayan hâindir, hâinin hükmü merduttur” diye kırk elli mebusun huzurunda söyleyen ve o dehşetli kumandan ona bir nev’î tarziye verip hiddetini geri aldıran…
Şuâlar, s. 387, Yeni Asya Neş.

***

Dünyaya karışmak arzusu bizde bulunsaydı, böyle sinek vızıltısı gibi değil, top güllesi gibi ses ve patlak verecekti. Dîvan-ı Harb-i Örfîde ve Mustafa Kemal’in hiddetine karşı dîvan-ı riyasette şiddetli ve dokunaklı müdafaa eden bir adam, on sekiz sene zarfında kimseye sezdirmeden dünya entrikalarını çeviriyor diye onu ittiham eden, elbette bir garazla eder.
Tarihçe-i Hayat, s. 351, Yeni Asya Neş.

***

Eğer şer’an intihar caiz olsaydı, elbette Rusun Başkumandanının ve İstanbul’u işgal eden İtilâfçıların Başkumandanlarının kendi idam etmek vaziyetlerine ve divan-ı riyasette elli meb’usun huzurunda ilk Reisicumhurun şiddetli hiddetine karşı tezellüle tenezzül etmeyen bir adam, elbette pek çok defa bir âdi jandarma ve gardiyanın ve âdi bir memurun tahkirkârâne ihanetleri ve iftiraları ve tazipleri ve ağır tâcizlerini gören adama, elbette ölüm yüz defa hayattan daha ziyade ona hoş gelir.
Emirdağ Lâhikası, s. 359, Yeni Asya Neş.

Said Nursi zeki ve cesur bir Kürt melesiydi. Ancak, çok genç yaşta medresede öğrendiği birçok hurafeyi sorgulama cesaretini ve ferasetini göstermediği için kitaplarındaki bazı güzel tartışmaların arasına uyduruk menkıbeler, hadisler ve rivayetler sokar. Eserlerini müritleşmeden okuyanlar şizofrenik ve hatta paranoyak bir ruh haline sahip olduğunu sezerler. Defalarca zehirlendiğini ve her seferinde mucizevi olarak kurtarıldığını, ölmüş evliyanın kendisini himmetleriyle koruduğu biçimindeki şirk inancıyla karıştırarak anlatır. Hatta kitap yazarken kağıdın üzerine dökülen mürekkep lekesinden bile kehanetler çıkarır.

Bu yüzden Atatürk’e böylesi ithamlarda bulunduğu ve hatta üç saat ders verdiği, Atatürk’ü terlettiği konusundaki iddiaları, Fatih’teki okulunu desteklemek için Peygamberin fiziksel olarak gelip Fethullah’a yardımcı olduğu ve daha nice uyduruk hikâyelerden farksız olabilir. Rivayeti sadece kendisinden ve kendisine mürit olanlardan menkuldür.

Bu tür hikâyeleri uydurmak tüm Sünni ve Şii mezheplerinde ve tarikatlarında dişleri misvakla temizlemek kadar doğal bir adettir. Gidin dünyanın en cahil adamlarından olan bir şeyhin müritlerini dinleyin o şeyhin dünyayı nasıl idare ettiğini, insanları nasıl kurtardığını veya cezalandırdığını öğrenebilirsiniz. Beyinleri mezhep ve tarikat dogmaları, telkin ve uygulamaları ile transa sokulmuş mukallitlerin ve müritlerin, ilkokul çocuklarının bile inanamayacağı derecede uyduruk palavraları işitir işitmez nasıl da cezbeye girdiklerini, ağlayıp yerlerinden sıçradıklarını hayretle göreceksiniz.

Said’in uyduruk rivayetleri sorgulamadan kabul ettiği malum, ancak şahsan Atatürk ile olan macerasını uydurduğuna pek ihtimal vermiyorum. O hikâye bilinçli olmayan bir abartma içerebilir, tek taraflı bir anlatım olabilir, ama Said’in şahsen böylesini bir hikâyeyi yoktan uyduracak bir kişiliğe sahip olduğuna pek ihtimal vermiyorum.

İşin ilginci bazı müritler, Atatürk’e meydan okurcasına vazetme tokadını gerçek bir tokat atma olarak anlamaya başlamış… Yani hayali sözler mürit kafalarında şimdi hayali tokatlara evrimleşiyor… Bir iki nesil sonra tüm Risaleciler buna koru halinde inanacaktır.

Said’in anlattığı tokat hikâyesi şöyle. Atatürk Said’i 1922′de fikirlerinden istifade etmek için Millet Meclisine çağırmış ama Said bazı milletvekillerini namaz kılmadıkları için azarlayınca Atatürk ona “Sizin gibi kahraman bir hoca bize lazımdır. Sizi yüksek fikirlerinizden istifade etmek için buraya çağırdık. Geldiniz, en evvel namaza dair şeyleri yazdınız, aramıza ihtilaf verdiniz” der. Onun bu sözlerine karşı Bediüzzaman, daha şiddetli ve daha kararlı bir ses tonuyla şu cevabı verir: “Paşa! Paşa! İslamiyette, imandan sonra en yüksek hakikat namazdır. Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduttur.”Dahası, Bu paylamasından sonra Atatürk’ün odasında ona üç saat bu minvalde vaaz vermiş.

Eğer hikaye anlatıldığı gibiyse, eğer Atatürk Said’in hezeyanlarına saatlerce sabretmişse olgun ve mütevazi bir adammış. Ona: “Mele! Mele! Ben namazı senin için mi kılacağım, bre meczup? İmanın en önemli şartı aklı kullanmaktır ve işlerin en kötüsü Allah ve elçileri adına dinler, şeriatlar, mezhepler, hadisler, sünnetler, haramlar, hikâyeler ve menkıbeler uydurmaktır. Asıl, senin hükmün merduttur!” diye çıkışarak onu akıl hastanesine attırmadığı için Atatürk’e teşekkür etmeliydi Risaleciler.

Eğer bu mecazi tokatlama hikâyesi zamanla evrimleşip bazı müritlerin inanmaya başladığı gibi fiziksel olarak da Meclis koridorunda gerçekleşmişse, sivri uçlu botuyla Said’in apış arasına bir tekme atarak haddini bildirmediği için Atatürk bir evliya veya beklenen mehdi olabilir. :)

Ne yazık ki bu tokat hikâyeleriyle asıl tokatlananlar saf halk oluyor. Beyinlerini kullanmadıkları için de hak ediyorlar.

Konuyla ilgisinden dolayı, 4 Ocak 2011 tarihinde Said’in Atatürk’e gönderdiği mektup ile ilgili bir haberi aynen alıntılıyorum:

İSLAM ALEMİ KAHRAMANI PAŞA HAZRETLERİ..!

Habertürk
04 Ocak 2011

“Hür Adam” filminde Atatürk’le olan sahneleri tartışma yaratan Bediüzzaman Said-i Nursi’nin Atatürk’e yazdığı mektuba Habertürk ulaştı..

Bediüzzaman Said-i Nursi’nin 1922’de Atatürk’e yazdığı mektup ortaya çıktı. Daha önce varlığı ve içeriği konusunda çeşitli spekülasyonlar yapılan mektupta, Nursi, övgü dolu sözlerle Atatürk’e hitap edip nasihatlerde bulunuyor.

Bu tarihi mektup, üzerine ‘Çok mühim bir mektup’ notu düşülerek, Cumhurbaşkanlığı Arşivi’nde muhafaza ediliyor.

Habertürk’ün ulaştığı mektupta Nursi, önce Atatürk’e “İslam âlemi kahramanı Paşa Hazretleri” olarak hitap ederek, akabinde şu ifadeleri kullanıyor: “Ey şanlı gazi. Zat-ı âliniz hem muzaffer ordunun hem muazzam Meclis’in manevi şahsiyetini temsil ediyorsunuz.”

Bediüzzaman, iltifatlarda bulunduktan sonra, “İki cihanda mutluluk ve başarılarınızı can-ı gönülden dileyen bu fakirin, bir meselede 10 sözünü, tavsiyesini birkaç nasihatini dinlemenizi rica ediyorum” diyor.

Said-i Nursi 9 Kasım 1922’de ziyaret ettiği Meclis’te Bitlis Mebusu Arif Bey ve arkadaşlarının Meclis Başkanlığı’na yaptıkları başvuruyla kürsüye davet edilir. Kürsüde Milli Mücadele gazilerini tebriklerini sunup, dua eder. Bu gelişmeler, aynı gün Meclis Zabıt Ceridesi’nin kayıtlarına girer, bir gün sonra Hâkimiyeti Milliye Gazetesi’nde de haber olur.

Fakat dua ve tebrik dışında uzun bir konuşma söz konusu değildir. Yılların tartışma konusu olan, 88 yıldır orijinal hali bilinmeyen ve ilk defa ortaya çıkan bu tarihi mektubun 10 nasihatlik bölümü, Atatürk’e özel olarak hitap ettiği ifadeler çıkarılıp, bazı değişiklikler yapılarak Bediüzzaman’ın ‘Tarihçe-i Hayat’ kitabında yayınlanmış. Ancak, çeşitli kaynaklarda Bediüzzaman’ın Meclis’te 9 Kasım 1922’de yaptığı konuşma olduğu zannedilen 10 maddelik metin ile bu mektup arasında çok farklılık var.

Tarihçe-i Hayat kitabının 124-125-126-127 No’lu sayfalarında, milletvekillerinde dine karşı gördüğü lakaytlık sebebiyle on maddelik beyanname neşredip, dağıttığı belirtiliyor.

İLK VE SON MEKTUP
Bediüzzaman, bu mektubu Meclis ziyaretinden kısa süre sonra, 23 Kasım 1922’de yazar. Mektubunda, Atatürk’e Napolyon’u değil, Selahaddin-i Eyyubi gibi İslam kahramanlarını örnek alması gerektiğini hatırlatan Nursi, “Sizin bu başarınızı ve büyük hizmetinizi takdir eden ve sizi çok seven müminler, sıradan ama sağlam Müslüman’dırlar. Sizi ciddi sever ve sizi tutar ve size minnettardırlar” diye devam eder.

Yıllardır varlığı tartışılan bu mektup Bediüzzaman’ın Atatürk’e yazdığı ilk ve son mektuptur. İlk defa Habertürk’ün ulaştığı bu mektuptan sonra bu konudaki tartışmalar da farklı boyut kazanacaktır.

Bediüzzaman’ın “Duacınız Said-i Kürdi” imzasıyla 23 Kasım 1922’de Atatürk’e yazdığı, Cumhurbaşkanlığı arşivinde bulunan ve “Çok mühim bir mektup” notu düşülerek saklanan tarihi mektubun günümüz Türkçesi ile sadeleştirilmiş hali.

İNNESSELATE KÂNET ALE’L-MÜ’MİNİNE KİTABEN MEVKUTA
“Şüphesiz namaz belli vakitlerde müminlere farz kılınmıştır.” (Nisa Suresi , 103)

İslâm âleminin kahramanı Paşa Hazretleri’ne Ey şanlı Gazi,
Yüce şahsiyetiniz hem başarılı ordunun hem de yüce Meclis’in manevi kişiliğini temsil ediyor. Bu vesileyle kişilerin kusuru, onların manevi kişiliğine ve temsilcisinin hesabına geçer. Dolayısıyla kişileri ve temsilcileri doğru yola teşvik etmek, yönlendirmek en önemli görevinizdir. İki cihanda mutluluk ve başarılarınızı can-ı gönülden dileyen bu fakirin, bir meselede 10 sözünü, tavsiyesini, birkaç nasihatini dinlemenizi rica ediyorum.

1) Allah’ın verdiği olağanüstü bu başarılar, bir teşekkür ister ki sürekli olsun, artmaya devam etsin. Eğer nimet, şükür görmezse gider. Madem Allah’ın yardımıyla Kuran’ı düşmanın saldırılarından kurtardınız, Kuran’ın en açık ve kesin emri olan “namaz” gibi farzları yerine getirmeniz gerekir. Böylece namazın feyzi (ilmi, bolluğu, hazzı) şahane işleriniz için sürekli bir şekilde üstünüzde olsun ve devam etsin.

2) İslam dünyasını mutlu ettiniz, sevgilerini ve yakın ilgilerini kazandınız. Ancak o yakın ilgi, alaka ve sevginin devamlılığı, İslami yaşamın gereklerini yerine getirmekle olur. Çünkü Müslümanlar, İslamiyet adına sizi severler. Siz de İslami yaşantınızla ahretinizi güçlendirin ve İslamiyet’e bağlılığınızı ortaya koyunuz.

3) Başta yüce şahsiyetiniz olmak üzere siz ve silah arkadaşlarınız olan kahramanlar, bu dünyada Allah dostları (evliyaullah) hükmünde olan gazi ve şehitlere komutanlık ettiniz. Kuran’ın kesin emirlerini uygulamak ve uygulatmakla öteki âlemde de nurlu gruba önder olmaya çalışmak, sizin gibi büyük yardıma mazhar olanlara layıktır. Aksi takdirde burada kumandanken orada bir neferden yardım dilenme zorunda kalabilirsiniz. Bu basit, boş dünya şan ve şerefiyle, öyle madde değil ki, sizin gibi yüce ruhlu, karakterli insanları doyursun, tatmin etsin ve onların gerçek amacı bunlar olsun.

4) Bu milletin Müslüman toplulukları, o kadar ki bir cemaat namazsız kalsa, sapkın günahkâr olsa bile yine de başlarındakini dini bütün görmek ister. Hatta bütün Kürdistan’da, görev verilen tüm memurlara yönelik ilk önce sorulan soru şudur: “Acaba namaz kılıyor mu?” Namaz kılan memura kesinlikle güvenirler, kılmayan memur da ne kadar başarılı ve etkili olsa bile onlara göre suçludur. Bir zamanlar “Beytüşşebap” aşiretlerinde isyan vardı. Ben gittim, sordum: “Sebep nedir?” Dediler ki: “Kaymakamımız namaz kılmıyordu, rakı içiyordu. Öyle dinsizlere nasıl itaat edeceğiz?” Bu sözü söyleyenler de namazsız, hem de eşkıya (hırsız, haydut) idiler.

5) Peygamberlerin çoğunluğunun Doğu’dan, âlim ve bilginlerin önemli bir kısmının ise Batı’dan çıkması, ezeli bir kaderin işaretidir. Bu nedenle Doğu’yu ayağa kaldıracak din ve kalptir, akıl ve felsefe değildir. Doğu’yu uyandırdınız, hak ettiği yere getirdiniz, o halde tabiatına uygun davranınız. Aksi halde bütün emeğiniz ya boşa gider veya başarılarınız çok yüzeysel kalır.

6) Düşmanınız ve İslamiyet düşmanı olan melun İngiliz, İslam dinine karşı olan duyarsızlığımızdan pek fazla istifade etti ve ediyor. Hatta diyebilirim ki, Yunan kadar İslam’a zarar veren, dinde ihmalimizi bahane edip bundan faydalanan iç düşmanlarımızdır. İslamiyet’in faydası ve milletin güvenliği için bu ihmali ortadan kaldırmamız gerekir. İttihatçılar o kadar harika, gayretli, istikrarlı olmalarına ve fedakârlık göstermelerine rağmen, hatta İslam’ın uyanışına sebep oldukları halde, dinde kısmen laubalilik tavrı gösterdikleri için içerideki millet onlardan nefret etti ve değersiz görüldüler. Dışarıdaki Müslümanlar ise İttihatçıların dindeki ihmallerini görmedikleri için hürmet gösterdiler, gösteriyorlar.

7) Küfür âlemi bütün vasıtalarıyla, medeniyetiyle, felsefesiyle, ilim ve sanatlarıyla, misyonerleriyle İslam âlemine saldırdı ve maddi olarak uzun zamandan beri galip olduğu halde İslam âlemine dinen galip gelemedi. İçeride sapkınlığa düşmüş bütün grupların, İslam’a az miktarda zarar verecek ölçüde kaldığı, İslamiyet direncini ve sağlamlığını sünnete bağlılık ve birliktelikle koruduğu, şimdi ise üstün bir konuma geçmeye hazırlandığı bir zamanda, ayrıca sizin gibi yüce bir kahramanı İslam’ın koruyucusu ve savunucusu bulduğu bir anda, laubali bir şekilde pis Avrupa medeniyetinden süzülen uydurma bir akım gönlünde yer tutamaz. İslâm âlemi içinde önemli ve devrim niteliğinde bir iş yapmak, ancak İslamiyet’in kurallarına teslimiyetle mümkün olabilir. Aksi olamaz ve olmamıştır. Olsa dahi kısa sürede sönüp gitmiştir.

8) Dinin zayıflayıp etkisini kaybetmesine sebep olan alçak Avrupa medeniyeti yırtılmaya yüz tuttuğu bir zamanda ve Kuran medeniyetinin ortaya çıkmasının vakti geldiği bir anda lakayt ve ihmalkâr bir şekilde “olumlu bir iş yapılamaz”; olumsuz ve yıkıcı işe ise bu kadar yıkıma maruz kalan İslam zaten muhtaç değildir. Napolyon’a değil belki Selahaddin-i Eyyubi gibi İslâm kahramanlarına tabi olmanız gerekir.

9) Sizin bu başarınızı, yüce hizmetinizi takdir eden ve sizi canı gönülden sevenlerin çoğunluğu inananlardır ve özellikle halk tabakasıdır ki, bunlar da sağlam Müslüman’dırlar. Sizi ciddi anlamda sever, tutar ve size minnet duyarlar. Fedakârlığınızı takdir eder, uyanışa geçmiş en büyük ve en müthiş bir kuvveti size sunarlar. Siz dahi Kuran’ın emirlerini uygulayıp, onlara bağlanıp dayanmanız, İslam’ın yararı adına gereklidir. Yoksa İslamiyet’ten soyutlanmış olan bedbaht, milliyetsiz Avrupa düşkünü, Batı taklitçilerini Müslüman halka tercih etmek İslam’ın yararına aykırı olduğundan İslam âlemi bakışını başka tarafa çevirmeye ve başkasından yardım istemeye mecbur kalacaktır.

10) Bir yolda dokuz yok olma ve bir kurtuluş ihtimali varsa, hayatından vazgeçmiş cesur bir kişi gerekir ki, o kurtuluş yoluna yönelsin. Şimdi 24 saatten bir saati işgal eden namaz gibi bir dini zorunluluğun uygulamasında yüzde 99 kurtuluş ihtimali vardır. Yalnız gaflet ve tembellik gibi bir hisle belki dünyevi bir zarar olabilir. Halbuki farzların terk edilmesinde doksan dokuz zarar ihtimali bulunuyor. Yalnız gaflete, sapkınlığa dayanan tek bir kurtuluş ihtimali olabilir. Acaba dine ve dünyaya zarar olan ihmal ve farzların terkine ne bahane olabilir? Onur ve haysiyet buna nasıl izin verir? Mücahit grubun ve yüce Meclis’in hal ve hareketleri halk tarafından taklit edilir. Kusurlarını millet ya taklit edecektir ya da eleştirecektir ki her ikisi de zarardır. Demek ki onlardaki Allah’ın hukuku, kulların haklarını da kapsıyor.

Sırr-ı tevatür (sağlam bilgilerin, güvenilir isimler tarafından nesilden nesile nakledilmesi) ve fikir birlikteliğini kapsayan hadsiz, haberleri ve delilleri dinlemeyen ve nefsin safsatalarını ve şeytanın vesveselerinden gelen vehimleri kabul eden adamlarla hakiki ve ciddi bir iş görülmez. Bu büyük inkılabın temel taşlarının sağlam olması gerekir. Bilirsiniz ki ebedi düşmanlarınız, sapkınlıklarınız ve hasımlarınız, İslâm’ın gerekliliklerini tahrip ediyorlar. Öyle ise mecburi göreviniz İslam’ın gerekliliklerini yaşatmak ve korumaktır. İslam’ın değerlerini hafife alma, milletin zayıflığını gösterir, zayıflık ise düşmanı durdurmaz, bilakis cesaretlendirir.

-Hasbunallahu ve ni’me’lvekîl, ni’me’l-mevlâ ve ni’me’nnasîr“Allah bize yeter. O ne güzel vekildir (Al-i İmran Suresi, 173). O ne güzel dost ve O ne güzel yardımcıdır (Enfal Suresi, 40).”

23 Kasım 1922
Duacınız Said-i Kürdi Meclis Riyaseti
5/3218 Evraka 2/12/338 Hıfzı